5 Nisan 2012 Perşembe

Elit Sanat Nasıl Banal Olabilir?

Sanat elit sayılır, gündelik yaşam banal.

Ancak, elit sanat ürünleri de banal olabilir.

Özellikle güzele çok yüklendikleri zaman.

Neden?

Banal gündelik yaşamın ürünlerinden olan mankenlerin gösterdiği üzere, güzellik çok ender raslanan bir şeydir. Gerisi ‘photoshop’tur. O da yalan söylemek, dezenformasyon ve banaldir.

Dezenformasyon neden banaldir?

Çünkü Bilgi Çağı’ndayız.

Çünkü aynı zamanda tarihin bir çöküş ve geçiş dönemindeyiz. Bu dönemde genlde en çok yalan söyleyenler kazanır ve güzel, bir yalandır: Holywood ve Yeşilçam yalanı.

Çünkü güzel süperegosaldır, faşizm de öyle, onu uygulayan Prusyalı subaylar da öyle, onlar da güzele çok düşkündü, örneğin Wagner’in güzel müziği gibi.

Yalan söylenmediğini varsayalım:

Güzel tek başına, çıplak olarak var da, güzel ne işe yarar?

Hislendirmeye.

His yerine, düşünce gereken Bilgi Çağı’ndayız.

En kitlesel ve bayağı ürünler verilen sinemada bile, düşünce filmi ble yapılabilirken; modern dansı da, klasik baleden sonra, güzel hissine hasretmek bayağıdır, aşağılıktır, yalandır.

Banal Nedir?

Türkçe’de günlük kullanımda, ‘bayağı ve adi’ demektir.

İngilizce’de şunlar demekmiş:

“devoid of freshness or originality; hackneyed; trite.”


“Tazelikten veya özgünlükten kaçınma; basmakalıp, klişe, bayat.”

Redhose İngilizce-Türkçe sözlük.

“sıradan, .ayağı, basmakalıp.


Bunların hepsinin aynı şey sayılması, yani olumsuzlanması ama gündelik yaşamımızdaki aşağı yukarı tüm şeylerin banal olması çok ilginç.

Hazır giyimin en pahalı formlarının tamamına yakını banaldir, en sıradan formlarının da.

Sanırım konu, taze (yeni ve farklı) ve özgün olana geliyor. İnsanların banal olmak için bunlardan kaçınması gerekmiyor; kaçınmasalar da yine banal olmaya varıyorlar; çünkü banal olmayan, yani özgün çok ender. Ayrıca toplum, öyle habire yeni yapılan şeylerden hiç hoşlanmaz, belli bir ataleti vardır.

Yani sorun, aşağılık olmakta değil, aşağılık olarak kalmakta.

Bu, bize neden kültür ve tarihin neden ‘olduğu gibi olduğu’nu da açıklar: Bir kez büyük sayılar kuramına bağlandınız mı, o hep işler. Büyük sayılar kozmos için geçerlidir, kaos için değil. Kaosta, % 10’dan fazla belirsizlik gerekir.

Burada önemli bir nokta daha var:

Değişim, belirsizlik de demek olduğu için ondan çokça kaçınılır:  İnsanlar, dibinde canavar oldukları bir kuyuya, ne olduğunu bilmedikleri bir kuyudan daha rahat inerlermiş.

Bu, bize evrimden kalan ve tuhaf bir biçimde metamorfoz geçirmiş tuhaf bir nitelik.

Ben bunu genel olarak, toplu bilisizliğe yerleşen, son 3 milyon yıllık anayurt Afrika’yı kezlerce terklerin tamamına yakınının başarısız olmasına ve başarılı olan tekinin de fazla başarılı olup, insanın orman, dağ, kutup gibi acaip bölgelerde yaşamasına izin verip, onun ve kültürünün daha da acaipleşmesini sağlamasına bağlıyorum.

Sonuçta, onlardan sonra, sonul olarak varılan kent yaşamı ise daha acaip, çünkü toplumsallık orada bir kölelik durumunda. İnsanlarsa, hala 10 metrelik bir güvenlik çemberi gereksiniyor ama kent yaşamı buna izin vermiyor. İnsanlar bugünün büyükkentlerinde kendilerini tehdit altında hissediyorlar ve dost-aile imajı / menzili ile örtüşüyor.

Diğer bir deyişle, insanın tüm kültürel evrim aşamaları hep banalliklerle dolu. Bunun bir tek çıkarımı var: Büyük sayılar kuramının işlemesi için gereken süre hala dolmadı. Yani, insanlar banaldan yana daha çok yalpa vuruyorlar ama eğitim süresinin artması, vd nedenleriyle bu durum, 5.000 yıl sonra filan kalıcı olarak nitelikli kültürden yana değişmiş olacak.

Sonuçta, resim tarihine bakmak yeterli: Taş Devri’nin resim dahilerinin resimlerini, bugün ilkokul çocukları yapabiliyor, hem de yine istatiksel yineleme kümeleri içinde.

Tabii ki bu gerçek, banali katlanılır kılmıyor.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Karşılaştırmalı Banoloji = Bayağıbilim

Mutfak

Çinliler neden dolmayı icat etmedi?

Hintliler neden dolmayı pirinç yerine, patates ve peynerlie dolduruyorlar?

Türkler, neden yemeyi, içmeyi, sevişmeyi çok sevip, üçünü de berbat eyledikleri halde, dolma icadı dahil, inanılmaz bir mutfak icadına sahipler?

Veriler:

Pirinç, Hindistan ve Çin’in otantik bitkisi. Türkler’in otantik bitkisi olsa olsa at otu olabilir.

Makarna, erişte ve aradaki tüm işlenmiş buğday ürünleri (kuskus, arpa şehriyesi gibi ama irmik veya bulgur gibi değil), aynı yemeğin birbirine beş benzemez çeşitlemelerini verebiliyor.

Demek ki koloniyalizmde İspanya-İngiltere-ABD sırası gibi, herhangi bir kültürel süreçte ardışıklık ve ilk başlayanın en güçlü olması ilkesi yok.

Türkler’in 1.000 küsur yılda hiç balık kültürü olamadı ve bu hem bir kontrol öğesi, hem de Türk mutfağının olmaması gereken acaip bir açığı. Sanırım, midyeli pilavı da Türkler icat etmedi.

27 Mart 2012 Salı

Marjinaller ve Normaller

Marjinallerin normallere veya toplam nüfusa oranı, geleneksel istatistik ve toplumbilim sınırları dışına çıktı.

Çünkü:

Bir: Marjinalliğin çeşidi arttı. Bunun nedeni ise, normal baskısının artması değil, azalması.

İki: Skolastik bilgi ve çerçeveleri çöküyor. Bu bir epistemolojik geçiş dönemi ve dene-yanıl daha geçerli bir yöntem.

Marjinaller ve normaller arasındaki aşk ve nefret filminin mutlu sonu:

Marjinal başarıya ulaşır. Başarı, albümleri çoksatan bir pop yıldızı olmak değildir, toplumu değiştirmektir. Toplumu değiştirmek bir amaç değildir, bir araçtır, düşünen insanlar yaratmanın bir aracı.

Mutsuz son:

Normaller kazanır, marjinal asimile olur veya ölür.

Tüm bunlar, 2000-2010 arası için bile demode bilgilerdi ama global konsensusta hala yer bulamadılar. Ancak bıçak gibi somutlar.

Yeni ve gerçek durum şu:

Normaller normallere zarar vermeye veya onları yok etmeye başladı. Buna, burjuvazinin yumurtlayan tavuk proleteryaya işkence etmesi veya onu öldürmesi, denebilir. % 99’un 39. Harami’den sonra, ‘tieyyt layn’ demesi, denebilir.

Ya da sürpriz bir durum geliyordur. Kimbilir?

Marjinaller marjinallere normallerin marjinallere zararı kadar, belki bazan daha çok zarar verirler ama bu marjinalleri azaltmaz, arttırmaz da.

Geçmişte, abdallar gibi marjinallerin normallerle savaş olmayan, hatta ticaret olabilen ilişkiler kurabildiğini, yani farklılıkların birarada makul biçimde yaşayabildiklerini biliyoruz ama o zaman kilometre kare başına nüfus çok azdı. Yani, gerektiğinde kızmayabilmek için, yalnızlık / boşluk yeri yeterince vardı.

Şimdi ise, aynı farklılıklar bile birarada yaşıyamıyor. Ya çıkarları çatışıyor, ya çıkar birliğine aymıyorlar, ya da panik durumundalar. Çünkü birbirimize gereğinden fazla yakınız ve toplumsallık bir zulüm.

Sorun, normallerin de birarada yaşayamamaya başlaması. Örneğin. İstanbul Kasımpaşa’da Anadolu azınlıklarından en az 10 farklılık var ve su yüzüne çıkmayan bir birbirinden hoşnutsuzluk var. Aile içi çaıtşmalar ise fecaat düzeyinde.

Bu neo-liberalizmin 3. onyılındaki son momentle ilgili. Pastanın en azından kreması bitti. Örneğin, İstanbul’da talan edilecek boş arsa bittiği için, eski talan edilenler de dahil olmak üzere, devlet talanı (pardon kentsel sit alanı oluşturma ve kentsel dönüştürme süreci) başladı. Dolayısıyla, insanlar birbirine düştü.

Çıkarlar / varlıklar çatışınca ne olur?:

Güçlüler güçsüzleri bir köşeye kadar sıkıştırır. Sonra ısınan gazlar  patlar.

Kasımpaşa’da Afrikalı-Kürt-Çingene iç / sivil savaşı başlayalı çok oldu. en az şiddet kullanlar Afrikalılar, en yabancı / diğer onlar, en yeni azınlık yine onlar. Bu ilginç bir durum.

Bu konu devam etmeli. Burada es.

(26 Mart 2012)

Murdock etc.

Kültüroloji için elimizde 3 model var:

Gündelik yaşamın kültürolojisi, bilim-sanat-düşün tarihi ve Murdock’un 1.000’li şeması.

Marksist kökenli tarihçilerce geliştirilmiş dünya sistemi modellerinin tümünün eksiği bu 3’ünü de içermemesidir.

Örneğin, dünya sisteminin % 95’e gibi azaltılmış ekonomik determinizmine karşılık,  Murdock’ta ekonomi % 10 gibi bir yer tutar, yani o da aslında fazladır. Ekinin maddiyatı ile kastedilen yalnızca üretim biçimleri donanımı değildir. Alışkanlıklar gibi yazılımlar da önemlidir. Asıl önemlisi, kültürel donanım-yazılım praksisi eksikliğidir.

Dünya sistemi modelleri bilim, sanat ve düşünün genelde ve dallarının evrimiyle pek ilgilenmez. O nedenle, makro ve düzensiz değişimler gözden kaçırır.

Gündelik yaşamın kültürolojisi, yine kendini bir marksist sayan Benjamin tarafında başlatılmış ama geliştirilerek sürdürülmemiştir.

Sorun şurada.

Nasıl ki bütün bir organın anatomik tüm ayrıntılarını sergileyebilmek için onu değişik ve bazı düzensiz disseksiyonlara tabi tutarsak, bu kültür için de böyledir.

Düzensiz kültürel disseksiyonları en iyi gündelik yaşamın kültürolojisi yapar. Onun eksiği de şudur: Bunu en iyi sergileyen gazete haberleri bir sistematikten yoksundur ve eklenecek ve eksiltilecek öğeler içerir.

Geçmişbilimi, nasıl ki gelecekbilimle praksislemek zorunda kaldıysak, bu 3 sistematiği de praksisslemek zorundayız, artı onlara tüm istatistikleri uygulamalıyız ki modelimiz geçerli mi görebilelim.

Bunun yapılmasının 21. Yüzyıl’a kalması epistemolojik açıdan üzücü.

Kültür için böyleyken, zihin için daha da geri poziyonda olmamız ise daha da üzücü.

Çünkü biz aslında zihin-kültür praksisinin peşindeyiz.

Yine de, bu bilgi alanını inşayı başlatan Murdock’u şükranla anıyoruz.

(27 Mart 2012)

26 Mart 2012 Pazartesi

Reklamcılar, Avukatlar ve Doktorlar

Hitler reklamı tartışmasının bir başka yüzü:

“Özetle, sorumluluk marka sahibinde ve reklamcısındadır. Ürün satmak için insanlık suçu işlemiş bir caniye reklamda yer vererek sebep oldukları toplumsal rahatsızlığın muhasebesini, akşam başlarını yastığa koyduklarında kendileri yapacaklardır.”


Dinime küfreden Müslüman olsa:

İnsanlık suçu işlemiş birini reklamda kullanmak ayıp, günah, suç veya başka bir şey ama:

İnsanlık suçu işlemiş birini bir avukatın savunması legal, normal, ahlaki, vd.

İnsanlık suçu işlemiş birini tedavi etmek bir doktor için legal, normal, ahlaki, vd.

İnsanlık suçlarını insanın midesini kaldırana kusturana dek haber yapmak, legal, normal, ahlaki ve yayın ahlakına uygun, vd.

Tartışma şu noktada:

“Meslek jargonunda, ‘advertising’ ve ‘shock’ kelimelerinin birleştirilerek ‘shockvertising’ adı verilen bu reklam stratejisi, Darren W. Dahl’in ‘Journal of Advertising Research’te yayınlanan makalesinde şöyle tarif ediliyor: ‘Sosyal değerleri ve kişisel idealleri bilinçli olarak ihlal ederek hedef kitlesini ürküten ve rahatsız eden’ reklam stratejisi.”

Tam herşeyi birbirine karıştırmış adamımız. Mental konfüzyon, kültürel konfüzyon, kültürel şizofreni birarada yani.

Toplumu değiştirenler marjinallerdir, yoksa toplum kendi kendini yer bitirir. Marjinaller her zaman yararlı değişiklikler yaratmazlar, zaten amaçları bu değildir. Amaçları normalden kaçıştır.

Neden?

Norm öldürür. Ahlak, hukuk, din öldürür. Tımarhaneye, hapishaneye atar. Sürgüne yollar. İnsanlık suçu işler.

Anormal olanla şok edici olan arasında çook geniş bir spektrum  vardır.

Reklam gündelik yaşamın kültürolojisi alanına girer. Banalliğe ve lümpenliğe girer. Normal banal ve lümpendir zaten. Banal ve lümpen normalin, sosyal değerleri ve idealleri yoktur. Olsaydı, son 30 küsur yıldaki neo-liberalizm ve neo-globalizm işlemezdi. İşledi, çünkü kitle sayesinde işledi. Bu durumda, entellektüele b.k yemek düşer. Kitle razı, burjuvazi razı. Onların bayağılıklarının ve paçavralıklarının derdi onlara düşmez.

Dönelim başa:

2 metinde örneklediğim kişi veya kurumlara bu reklamı eleştirme hakkı düşmüyor. Çünkü kendileri daha önce yeterince insanlık suçu işlediler.

Bu reklamı eleştirme hakkı kime düşer?

Walter Benjamin’e...

O da salakça öldürülmesine izin verdi ne yazık ki...

Yani, ölü bir tarihin ölü bir kültürünü irdelerken., bir şeyleri / onu  yaşatmaya çalışmak faşizm ve engizisyondur.

Ölen bir kültür üzerine diskur, yine erken ölen biri tarafından yazılmıştı (Caldwell).

Ölülerin bir yanı çok işe yarar:

Hatalarının çözümlenmesiyle, yeni hataları engelleterek, yeni ölülerin oluşmasını engellemeye...

(26 Mart 2012)

Köpürt Beni Adolf

Hitler’in göründüğü bir şampuan reklamı nedeniyle halkımız birbirine girdi.

Tam kültürel şizofreni belirtileri. Bu süreç 30 yıldır var ama bunlar yeni semptomlar:

İşte halkımız ve işte tepkileri:

“Hitler’li reklamın yaratıcısı Hulusi Derici ise, ‘Marketing Türkiye’ye yaptığı açıklamada reklam filmini savundu. Derici, ‘Eğer bir markanın hakkında ileri geri konuşuluyorsa, bu o markayı var eder.  Aksi taktirde kayıtsız kalınması o markayı öldürür. Bunun için insanlara bakmak bile yeterli… Madonna’ya bakın, Tayyip Erdoğan’a bakın, hatta Hülya Avşar’a bakın.  O nedenle birileri üretir birileri konuşur. Reklamdaki espriyi anlamadılarsa, kendileri bilir. İsteyen istediği gibi çekiştirsin…’ dedi.”


Reklamın kötüsü olmaz belki ama bir insanı mal olarak sıfatlamak hakarettir bence ve yalnızca mallar marka olabilir. Bu arada Tayyip,  bir marka mı gerçekten?

Reklamdaki espri, Hitler’in transvesti olmadığıdır yalnızca: Bunu da bilmiyoruz zaten.

Bunlar da Sefaradlar ve tepkileri:

“Türkiye Hahambaşılığı ve Türk Musevi Cemaati tarafından yapılan yazılı açıklamada, ‘dün cemaatin web sitesinden yapılan ilk açıklamayı takiben konuyla ilgili ajans sahibiyle yapılan ve hassasiyetlerin aktarıldığı görüşmeye rağmen söz konusu reklamın halen medyada yer aldığının esefle müşahede edildiği’ belirtildi.”

Tamam, Hitler 5 milyon Musevi’yi gömdü ama geriye sağ kalan Museviler bugüne kadar kaç kişiyi gömdü? Ayrıca, kendilerini sabun yapanların çocuklarıyla nükleer bomba alışverişi yaparnlar, 1500’de kendilerine vatan açanların topraklarını yağmaladılar. Ağızlarını açmaya nasıl hak buluyorlar?

“Bu ve benzeri sorular Hitler'in bir şampuan reklamında kullanılmasıyla gündeme geldi... Habertürk Grubu, sorumlu yayıncılık ilkeleri gereği söz konusu reklam filmine kırmızı kart gösterip yayınlamadı ancak bir çok tv kanalının reklamı yayınlamakta olduğu görülüyor.”

Hitler’in bir de hempası vardı. Adı Krupp muydu neydi, hani Nürnberg’de de yargılanmıştı. Patronları bir Krupp posttipi olan bir grubun bu davranışı yalnızca halkla ilişkiler amacıyla olabilir.

Cumhuriyet gazetesi tayfası:

Cumhuriyet'ten Ali Sirmen de ‘RTÜK’e Selam: Heil Hitler!’ başlıklı yazısında tepkisini “Hangi TV kanalında bilmiyorum, bir şampuan reklamında Hitler’i görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yutayazdım” sözleriyle dile getirirken, şöyle devam etti:

“Benim şaşırdığım, koca koca generallerini, profesörlerini, rektörlerini, has yazarlarını teröristlikten hapse atan bir ülkenin TV kanallarında tarihin en nefret uyandıran, en büyük teröristinin, reklam figürü olarak kullanılmasına, RTÜK’ün seyirci kalmasıdır.”

Hitler; ne tarihin en nefret dilen kişisiydi, ne en büyük teröristiydi, ne de en büyük tarihsel yıkımı yaptı.

Neo-Radikal döktürmeleri:

“Reklam filmiyle ilgili yazan köşe yazarlarından biri de Radikal'den Gürül Öğüt oldu. Öğüt, Hitlerli reklam taktiğini masaya yatırdığı yazısında, şok reklamlara dünyadan örnekler verdi ve sordu: Neden insanları rahatsız eden ve tepki çeken reklamlar yapılır?

Öğüt, yazısını şu cümlelerle bitirdi:

Sorumluluk marka sahibinde ve reklamcısındadır. Ürün satmak için insanlık suçu işlemiş bir caniye reklamda yer vererek sebep oldukları toplumsal rahatsızlığın muhasebesini, akşam başlarını yastığa koyduklarında kendileri yapacaklardır.”

E, senin de patronun insanlık suçu işledi: Bir gazeteyi satın alabilmek için, o gazetenin başyazarının öldürülmesini bekledi. Ayrıca, sonradan o gazetenin rakibi olan gazetenin başyazarını, rakibini batırmak için satın aldı.

Gelelim reklama:

Kendisi iktidarsız bir erkek olan Hitler’i erkek sekssisti sloganlı bir reklamda kullanmak, kimsenin gözüne batmamış, beynine de girmemiş  yani.

Bir de şunlar var:

Hitler’in görüntüsünün telif hakkı zaman aşımına girdi mi? 13 saniyelik görüntü kullanımı, alıntıya mı girer?

Sözün kısası;

Türkiye’nin sabun yapılmaya gereksinimi var:

Köpürdet bizi Adolf...

Dipnot: Alaturka sapıtmayı boşverelim: Bu konu, ‘Lili Marlen’ filminde ve UFA başaktristlerinden biri olan Hildegard Knepf’in ‘Bağışlanmış Küheylan’ (Yılkı Atı) kitabında nesnel ve öznel olarak yorumlandı yeterince.

(26 Mart 2012)

24 Mart 2012 Cumartesi

LÜMPEN KÜLTÜREL KİMLİK

‘Lümpen’ sözcüğü, artık mecaz anlamda da kullanılıyor ama bu etimolojisine değil, içeriğine yönelik bir durum. ‘Paçavra’ yerine, ‘kökeni / özgünü bozunuma uğramış’ anlamında kullanılıyor..

‘Lümpen proleterya’dan epeyi süre sonra, 1970’lerde ‘lümpen burjuvazi’ de kullanılmış. (Bakınız: ‘Sözcükler’ kitabım.)

‘Lümpen kültürel kimlik’ de böyle bir şey. 2-9 Nisan 2006 tarihli ‘Dünya Gündemi’ gazetesinden örneklemeler getirilecek.

Kırgızistan ve Azerbaycan yazarları, (Karabağ katliamı gibi) sorunları ile ilgilenmedikleri için, Türkiye’ye veryansın etmişler. Aynı zamanda ABD yetkilileri, Türkiye Iraklı Şii başbakanı ülkeye davet ettiği için, Türkiye’ye veryansın etmişler.

Burada, Kırgızistan ve Azerbaycan Türkiye’ye karşı, Türkiye ABD’ye karşı lümpen kültürel kimlik içinde. Koruyucu hakçı ve sorumluluktan kaçınıcı, bir hami arayıcı durum sözkonusu.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan çıkan 40 küsur ülkeden Arap ülkeleri, Türkiye’ye karşı başka bir lümpen kültürel tavır içinde. En Müslüman’ın kendileri olması, Türkiye’nin bozunmuş Müslüman olması gibi bir durumdalar.

Benzeri bir şeyi Türki Cumhuriyetler mensupları yaparlar, Türkler’in bozunmuş ırk olduğunu, has Türk’ün kendileri olduğunu belirtegelirler.

ABD de, İngiltere’ye karşı benzer bir durumda. ABD İngilizce’si ve İngiltere İngilizce’si birbirine çok az bezer, kimi insanlar birbirlerini anlayamayabilirler. ABD eskiden İngiltere sömürgesiyken, şmdi İngiltere ABD vassalı. İngilizler’inki lümpen kültürel kimlik oiluyor bu durumda.

Türkiye’nin eşzamanlı ve hatta eşmekanlı lümpenliği ilginç bir örnek.

Kurtuluş Savaşı’nda yendiği ülkelerin kültürel sömürgesi olmayı masa başında kabul etmesi bir örnek.

SSCB’ye karşı, ABD işgalini kabul etmesi diğer bir örnek.

Daha da uç örnek: 1980’lerde Türkiye’nin Arap ülkelerinin sömürgesi olmasını isteyenler ve buna çabalayanlar çıktı. Bu artık patolojik bir olgu oldu. Araplar zaten ABD’nin vassalı. İngiltere’nin Falkland Savaşı’nın tersine bir örnek bu.

Ancak bu lümpen kültürel eğilim, Türkiye’nin önümüzdeki onyıllarda emperyalist olmasını da yaratacak. Bugün dünyada 50 ülke Türkiye’ye karşı lümpen tutum (aşağılık takınağı) içinde.

En önemli durum ise şu: Çin, komşuyken en büyük düşman saydığı ve uğruna Çin Seddi’ni yaptığı ulusu, şu an uzak komşusu ve müttefiki sayıyor. Buna ‘lümpenlik’ demek mümkün değil. Çin manipüle olmayı değil, etmeyi hedefliyor. Lümpenler çok kolay manipüle edilir. Çin’i şu an ABD bile manipüle edemiyor.

Yine aynı gazete nüshasından örnek:

Çeçenler MHP’den uydu telefon almışlar. Ancak bu liderlerini saptamak için bir araçmış. Suikast ve acı son. Bundan basit ve apaçık manipüle edilme olamaz.

Ülkelerin ve halkların kişiliklere benzetilmesi yanlıştır. Ancak belli zamanlarda her halkın belli nitelikleri olduğu bellidir. Şu sıralar Türkiyeliler’in ar damarının çatlamışlığı gibi.

Tuhaf bir biçimde lümpenliğin antitezi ve dolayısıyla panzehir sentezi de yok. Lümpenliğin karşıtı da, anlatıldığı üzere, başka bir lümpenlik.

Ancak, lümpenlik global değil, yerel ölçekte kaldığı için, tarihsel bir ironi var. Yani, global barış mümkünken, küçük halklar kendi kanlarında debeleniyorlar ve boğuluyorlar.

Daha da ötesi, Kürtler en çoğunluk azınlık kendileri olduğu için, diğer azınlık azınlıkların haklarını ne gözetmek, ne de başkalarınca gözetilmesi peşinde. Aynı şey Yahudiler için de geçerli: ‘Holocaust’ sözcüğünü tekellerine almak istiyorlar. Yurtdışındaki Yahudiler, İsrail’in faşist ve engizitör bir ülke olduğunu yadsıyor, yapılanların kültürel sorumluğunu almıyor ama ülkelerine para göndermeyi sürdürüyorlar. Aynı şeyi PKK, Almanya’da Kürtler’e zorbalık uygulayarak yaptırdı.

Bu durumda ancak yazılabilir. Halklar çok kalabalık, karacehalete ve gerizekalılığa kaçıyorlar. Demek ki önce gidişatı durdurmak gerekli. Çözüm ondan sonra aranır ve uygulanır.

Bu metin de, lümpen kültürel kimliğe karşı bir fren çabasıydı.

(5 Nisan 2006)

LÜMPEN BURJUVALAŞMA

Proleteryanın da lümpeni olur, burjuvanın da. Ortaya çıkışı, neredeyse Marx dönemi kadar eski olsa bile, lümpen burjuvazi ancak 1970’lerde portekizli bir yazar tarafından tanımlaştırılmış.

Bugün 4 gazete aldım ve okudum: Radikal, Hürriyet, Yeni Şafak, Zaman.

1983 komünistleri liboşlaştırmıştı, görünen o ki 2003 de şeriatçıları liboşlaştırmış. 2001’de okuduğum Yenif Şafak ile şimdiki arasında dağlar kadar fark var. Tam sayfa turistik uçak yarışı haberi, ancak kitlesel eğlencenin liboşlaşmasının bayrağıdır.

Paranın Müslümanlar’ı teslim aldığını, en sert şeriatçılardan Mehmet Şevki Eygi ve Abdurrahman Dilipak son 1-2 yılda kendileriyle yapılan söyleşilerde birkaç kez dile getirdi. Çetin Altan ‘sosyalist ahlakı’ derdi gerine gerine, onlar da ‘müslüman ahlakı’ derdi gerine gerine. Şimdi her ikisinin de ahlakı YKR’luk olmuş.

Bu durum beni üzmüyor. Tersine çok eğlendiriyor. 23 yıl göreli kısa bir süre. Bu süreci 230 yılda da yaşayabilirdik. Düşünün ki AB G-7’leri 5., belki 10. liberalizm dalgasında. İngilizce Wikipedia modern anlamıyla ‘liberalizm’in 1801 tarihli ve Fransızca kökenli olduğunu yazıyor. Latincesi ise Roma’da köle-sahip sınıfı çatışmalarına kadar geri gidiyormuş. Günümüzde ise yalnızca burjuvazinin tüm, yani kendisi ve alt bölümleri de dahil, sınıfları sömürmesi olarak anlaşılıyor. Düşünün ki TC’de 2003’ten beridir yalnızca ilk % 1 gelir kümesi reel gelir artışı yaşıyor. Gerisi sınıf atlama hayalleri ile avunuyor ve dibe batıyor ama bir bakıma haklılar, çünkü 1983’ten beridir 3 milyon daire bedava arsaya yapıldı, 3 milyon vergi mükellefi adam başı 1.000 küsur YTL vergi borcunun üzerine yattı, 3 milyon kaçak elektrik kullanıcısı 20 yıldır ayda 50 YTL ödemiyor, ilah… Bu liberalizme ‘talan ve yağma demokrasisi’ diyen de var. Calvino alaycı bir biçimde ‘çalmayanın cezalandırıldığı hırsızlar köyü’ metaforu kullanıyor ki mafyası ve yolsuzluğuyla İtalya bu konuda bir simge durumunda.

Eğlendirici olan bunlar değil. Uyuşturucu zenginlerinin de uyuşturucudan ölmesi gibi, zenginler orta vadede evlerini ısıtacak elektrik veya petrol bulamayacaklar, çünkü liberalizm tüm doğal kaynakları somuruyor ve onları tükenmez bir kuyu sanıyor. Örneğin, TC’de yeni bir İstanbul’daki liboşlaşma, yani zenginkondulaşma 15 milyon daha nüfus demek ama zaten şimdiki 15 milyon kişi için hizmet yok. 1960’ta İstanbul topraklarının % 95’i ormandı, 2060’ta bu % 0 olabilir.

Yukarıda andığım 4 gazete de dahil olmak üzere, tüm medya bu somuru / sömürü / tüketim hezeyanını körüklüyor. Borsa haricinde (ki o da yalnızca bir dolandırıcılık), insanları tasarrufa yönlendiren haber medyada yok, sağda da yok, ortada da yok, solda da yok.

Burjuva 1789’daki çıkışında devrimci bir sınıftı, Marx’a göre 1839’da, yani hepi topu 50 yılda çoktan gericileşmişti. Kolay ve çok hızlı kazanılan paranın burjuvaziyi lümpenleştirdiğini hep biliyoruz. 1988’de ENKA genel müdürünün (şimdiki deyimle CEO’sunun) evinde filipinli hizmetçi gördüğümde çenem düşmüştü, 10 yıl geçmeden 1997’de Filipinli dolu bir sokağa taşındım. Belki 10 yıl önce bile Türkiye’de dünyanın tüm ülkelerinden gelen, asgari ücretin altında paraya çalışan 1 milyon kişi olmuştu. Kimbilir belki şimdi 2 milyon kişidir, çünkü nüfusun % 10’unun, yani 7,5 milyonunun nüfus kağıdı olmadığını devletin kabul ettiği bir ülkede yaşıyoruz. Yılda 100.000 kişi de TC’den transit geçiyor ama resmi kayıtlara göre değil.

İstanbul’daki 500.000 yurtdışı doğumlu Alamancı’yı düşünelim. Toplamda kimbilir kaç tane lümpen burjuva kümesi oluyor: Alamancılar, kaçak yabancı çalışanlar, zenginkondulular, anadolu kaplanları, rantiyeler. Hepsine 1’er milyon kişi eder bile diyebiliriz. Kimi küçük, kimi büyük burjuva ama hepsi de lümpen burjuva.

Bu durumda ne olur? İşte şimdi, bizde de vicdanı solda, cüzdanı sağda kişiler sınıfı oluşmuştur, diyebiliriz. Bunlar MHP’den çok DYP’ye oy verirler. Savaştan korkarlar, çünkü kaybedecekleri çoktur, ancak savaşın acısını 83 yıllık barışçı Cumhuriyet unutturduğu için, seçim hatası yapabilirler.

Bu sınıfın çocukları burjuva olamayabilir, çünkü 1 veya 2 ev, 2-3 çocuğu birden sınıf atlatmaya yetmez. Üstelik, tüm sınıflar gibi bu sınıf da, kazandığından çok harcamaya eğilimli. Demek ki siyaseten 10-20 yıllık hakimiyetleri olabilir, tıpkı köylü oyverenin artık sonuçları etkilememesi gibi.

Tutucu, onlarca torunlu, aile hakimiyetli Koç-Sabancı tipi büyük burjuvaların bu durumda başaltına kayacağı kesin, zaten Türkcell tipi çıkışlar onları alt etti bile. Ancak Teknoloji Holding başarısız çıkışı türü genç girişimcilerin önce kazanmalarına, sonra da elindekileri kaptırmamalarına daha biraz zaman var.

Bugün orta burjuvanın çocuğunun başka bir şehirde 5 yıl üniversite okuması, duruma göre 2-5 ev parası yiyebilir, özel üniversitede bu 10 katı geçebilir. Ancak hiçbir ailenin, o parayı o sürede biriktirip, çocuklarının bir lise mezunu olarak, 5 yıl hayat üniversitesinde, yani çıraklıkta pişmesini yeğlemesi beklenmesin.

Ne kaldı geriye? Dikkat edilirse, diğer ülkeleri bilemiyoruz ama durumu araştırabiliriz, alaturka lümpen burjuvalar hep iki arada bir derede salınacak gibi görünüyor. Şöyle örnekleyebiliriz: Özal dönemi zenginlerinin bazıları fakirliğe geri döndü bile. Bunlar Kapalıçarşı üçkağıtçı bavul ticaretçileri veya borsa tüyocuları olabilir. Hatta Çiller dönemi zenginlerinin bazılarının şimdilerde kafaüstü çakılmakta olduğunu da söyleyebiliriz. Erdoğan dönemi zenginlerini bazıları ise Yüce Divan’da ve hapishanede bitecek öyküler yazıyorlar şimdiden.

10 yıllık darbeler gibi, 10 yıllık liberalizmler hesabınca, bu öykünün kaba sonu 2013’te, kesin sonu 2023’te yazılmış olur. İkisini de yazacak kadar ömrüm olacak sınırım. Hatam olursa da düzeltirim.

(2006)

KASIMPAŞA’DA ALTKÜLTÜRLER

Veletler: Okul öncesi çocukları. Çok bollar. Büyüklerin hiçbir kuralına bağlı değiller. Sürekli gürültü modundalar. Anneleri onlarla başedemiyor. Üst komşumda 2 tane birden var. Kadıncağız günün 24 saatı çığlık çığlığa onlara bağırıyor. Tuhaf olan şey ise, onların da laf değil, ses yetiştirmesi, çünkü biri hiç konuşamıyor, diğeri ise çat pat konuşuyor. Bir bağırtıdır çağırtıdır gidiyor.

Çocuklar: İlköğretim okuluna gidiyorlar. Ana caddede olduklarından trafik polisliği de yapıyorlar. 2 hafta önce bir cuma herhalde yılsonu şenliği vardı. 4 şeritli caddede trafiğin canına okumuşlardı. Anneler ve veletler, arabalar sanki hiç yokmuşçasına, yolun ortasından yürüyorlardı. Daha da tuhafı, şöförlerin gülümseyerek beklemeleriydi. Sanırım Türk halkının çocuk sevgisi bir acaip, çünkü ben bile duruma kızacağıma güldüm.

Ergenler: Çok tehlikeliler. Mahalle halkının Beyoğlu ile düz temasta bulunan bölümü onlar, çünkü meslek liseleri Tünel civarında. Kriminaliteye çok yakınlar. Kızların birbirlerine ettiği küfürler benim bile yüzümü kızarttı. Popüler kültürün idollerine özeniyorlar ama görünüşleri, at penisindeki papyon gibi.

Evkadınları: Kesinkes alışverişi bilmiyorlar. Pazarda da her tür kumaş ürün karşısında, incik boncuk gören yerliler gibiler. Çarşaf tezgahında 1 saat geçirenlerini gördüm. Evkadınları aynı zamanda çok çocuk annesi. İyi bir ahçı olmadıklarını ise, apartmandaki kavrulmuş soğan kokularından çıkarabiliyorum, çünkü soğanın kokusu pişerken bin bir çeşit olabilir. Hani pembeleşmek denilen kıvamın da belli bir kosusu vardır ki bizim apartmandakiler onu yakalayamıyor.

Erkekler: Öküzler. Öküz oğlu öküzler. 30 yıllık İstanbul yaşamımdan sonra bana kültürün dibini gösterdiler. 1973-1977 arasında İzmir Alsancak kahve kültürüm çok güçlüydü. Bunlar kahvenin bile adabını bozuyorlar. Bu kadar izansızlık, bu kadar sopa düşkünlğü, valla bravo ve hayret.

Yaşlılar: Hep aynılar. Torunlar, nenelerini ve dedelerini şeker, ciklet ve çikolata ağacı niyetine kullanıyor. Cami avlusundakiler ise ‘ben bu boktan hiçbirşey anlamadan gidiyorum yahu’ modundalar.

Çingeneler: Gerçekten çok özgün bir altkültür. Bir kere beyazlaşıyorlar. Sonra türkleşiyorlar, yani yerleşik yaşam moduna geçenlerin sayısı giderek artıyor. Çingene olmayanların olağan işlerini yapanlarla çiçekçilerin bariz bir farkı var. Çiçekçiler tam Çingene. Bir de hafif kriminal olanlar, ayırsandıklarını bilmeksizin kolaçan-erkete modundalar.

Esnaf: Uzun süredir bu kadar kötü esnafı birarada görmedim. Biliyorum, çünkü ben de esnafım. Sinekli bakkal bile var. Onlarca ‘seç al 1 YTL’ci, onlarca nayloncu var. Lokanta bir tane ve feci kazık. Yalnız belirtmeliyim, çok önemli bir özel durum gördüm: Bir kadın seyyar manav vardı ama sanırım lezbiyendi ya da erkek Fatma idi. Genelde olmaz, sinekli bakkal, bakkal, büyük bakkal, süpermarket ve hipermarket fazlarının hepsi birarada mevcut ve kuşkusuz hepsi birden iş yapamıyor. Nalbur gibi, zanatkarlık işlerini yapan esnaf konusunun cahili, bir şey sorunca mel mel bakıyorlar.

Askeriye: Kuzey Deniz Saha Komutanlığı var. Merkez askeri binanın 1 kilometre çevresinde fotoğraf çekmek yasak. Tüm birlikler gibi, bölgenin ticaretini besliyorlar. Kazıkçı lokantanın müşterileri askerler. Esnafı epeyce zengin etmiş gibiler.

Kültür yaşamı sıfır. Sinema yok, kitapçı yok. Korsan kitapçı veya filmci de yok. Pornocu ve videocu bile yok. Ancak internet kafe var.

Boştagezer çok. Günün her saatı semtin her bölgesi hiçbir halt yapmayan insanlarla dolu. Emekli maaşı kuyrukları uzun. Henüz kapkaççı teşhis edemedim, belki kendi semtlerinde çalışmıyorlardır. Ancak havada genel bir suç eğilimi var. Ölümle sonuçlanabilecek kavga girişimleri gördüm.

Genel bir kendi halindelik egemen. Sudaki balık denli doğallar. Beyoğlu’nda bir kültür zorlaması vardır, burada aptallığın rahatlığı egemen. Yaşamımda kendime en çok hakaret edildiğini duyumsadığım, 2000’de bedelli askerlik yaparken, ‘üste para verip çalışma’ durumundaki aşağılanmadan daha ağırını hissediyorum. Yazar-entellktüel kimliğim, hiçbir biçimde dışarı ipucu sızdırmadığım halde, eziliyor. Proleteryanın yanlış tanımlanmışlığı burada kesinkes ortada.

(13 Haziran 2006)

KASIMPAŞA : TAYYİP’İN ANAYURDU

Başbakanımızın mekanı Kasımpaşa’ya yerleşeli 1 ayı buldu. Artık buralı sayılırım, belki yıllarca oturacağım.

Kasımpaşa çok eklektik yapıda. Karagümrük-Draman eklektiğinden (1986) sonra gördüğüm en karman çorman altkültürler burada.

Tek katlı eski evler ve gecekonduların yanında, 10 katlı ultramodern apartmanlar var. Bizim bina 7 katlı ve 1 yaşında. Yapımında en son model alet edevat kullanılmış. Herşey pırıl pırıl.

Kasımpaşa’da eczane yok, berber yok. Ciğerci var, (yalnızca onu satan) karpuzcu var, terzi var. Pazarında sebze meyveden çok çul çaput satılıyor. Askeriyeye satış yaptıkları belli olan, endüstriyel mutfak sistemi toptancıları var.

Esnaf genelde Çingeneler’e yönelik ve bu semt zaten onlarla ünlü. Ancak Laz’dan Kürt’e hemen tüm etniler mevcut. Nataşa ve/ya eski Doğu Bloku ülkelerinden de mevcut var.

Anımsadığım Kemal Demirel (Yankı Yayınları kurucusu) buralı, belki Müştak Erenus da.

Küçük bir meydanı var. Kermes, şenlik, vd yapılıyor. Konser için platform bile kurmuşlar. Bugün o meydandaki kıraathanede 2 çay içtim. Garson beni kazıkladı ve anlamadığımı sandı ama benim işportacılık mazim olduğunu bilemez tabii.

Çay içerken karşıdaki ayakkabıcı, kamuya gürültülü müzik yayını yapıyordu. Popüler parçalar peşpeşe çaldı. En son 1990 gibi Bayazıt Meydanı’nda böyle olmuştum: Ağlayasım geldi. 1 ayda en yüksek IQ 85 görmüşümdür, ilkokuldan yukarı eğitimli de yok gibi. 30 yaşından küçük tüm kadınlar sokakta yanlarında 1 veya 2 enciği (3 yaş altı gürültülü veletler) çekiştiriyor sürekli.

2 ana cadde çevresinde 10.000 gibi bir nüfus var. Yukarıda Tarlabaşı Caddesi metropolle araya kesin sınır çiziyor. Diğer bir yukarıda Dolapdere, Hacı Hüsrev diğer bir coğrafi sınır. Aşağıda deniz var. Haliç temizlenmiş. İskele meydanında rahatça çay içebiliyorsunuz.

Bu bir altkültür adası. Harala gürele yaşam belli ki kuşaklardır sürüyor. Sözünü ettiğimi kıraathaneye bir ay önce kadar uğradığımda, 3 ihtiyar 50 yıl önceden söz ediyorlardı ve hiçbir değişmemiş gibi davranıyorlardı. Düşünün: Kentleşme, sanayileşme, Menderes, 3 darbe, 3 liberalizm sanki hiç olmamış gibi.

24 yıllık eğitimimle 5 yıllık eğitimli bu İnsanların barbarlığının gücünden korktum. Şimdilik onların kazandığı kesin.

(2006)

TARİH BİLİNCİ

29.10.10, 16:15.

TARİH BİLİNCİ

‘Arnold Toynbee’nin ‘Trahi Bilinci’ni ilk okuduğumda, 1984 yazıydı. Ciddi kuramsal metinleri sürekli okumaya başladığımda 1986 başı kışıydı.

‘Tema Larousse’u ilk 1994’te okudum. Belki 5. kez yeniden okuyorum.

Bu metin o nedenle yazıldı.

Dünya sistemini zihnimde tam oturttuktan sonra, sanırım ilk ‘Tema Larousse’u yeniden okuyorum. Tarih bölümünü okuyorum ve tarih bir dünya sistemi olarak çok net tanımlanır durumda. Zaten bölümün başında, Annales Okulu’na doğrudan gönderme var.

Neler değişmiş?:

1980 yazı (darbe öncesi) tarihli, tarihin çöküyor olduğu gerçeğinin tümdengelimsel çıkarsaması, artık berrak bir olgu ve tümevarım olmuş.

Dünya Sistemi birden çok biçimde resmedilebilir ama bu onun bütünlüğünü bozmaz.

Geçmişbilim-gelecekbilim sentezi yapılabilir ve ben onu yapabilir (zihinsel) konumdayım.

En yeni bilgi: Daha önce tarihin bütünlüğünün resmini tam göremiyormuşum. Ya da tarih bilinci, tarih momentiyle ve öz-bilinç momentiyle bir biçimde çakışmıyormuş.

Tarihin içine sokulup, dışına atılmam, bir teğet geçmenin biraz fazlasıymış.

Biyografi-tarih arasında hala birebir ilinti yok. Varsa da, ben hala göremiyorum. Demek ki biyografi bilincim eksik ama zaten hep öyleydi. Açıkçası, şu an biyorgafimin ne olacağıyla hiç mi hiç ilgilenmiyorum.

Yazarım, gerisine karışmam.

Dipnot: Bu satırların, 1. Cumhuriyet’in kesin bitirilmiş olduğu, bir cumhuriyet bayramı günü yazılıyor olması, tarihin bir ironisi olsa gerek.

KASIMPAŞA’DAKİ NÖROLOJİK HASTALAR

20.12.08, 21:10.

KASIMPAŞA’DAKİ NÖROLOJİK HASTALAR

Önbilgi: Bu metin, Harold Klawans’ın ‘Newton’s Madness’ kitabının 22 vakasının 6.’sı okunduktan sonra yazıldı.

Kasımpaşa’ya taşınalı 31 ay oldu, yani 3 yıldan 5 ay eksik.

Bu metni yazmadan önce şunu ayırsadım:

Kasımpaşa şimdiye dek üzerinde yaşadığım en düz İstanbul bölgesi.

Bu da geniş yerleşim yayılım alanı demek.

Marketler, postane, iskele gibi yerler 1 kilometre veya daha uzakta.

Bu durumda, her gün 1 kilometre kare alanda 10.000 kişiyi sürekli gözlüyor durumdayım. Günde 1-5 saat arası sokakta kalabiliyorum.

Yukarıda adını andığım kitabı okuyana dek, durumun bilincine varmamıştım:

Kasımpaşa’da çok fazla motor sorunlu, nörolojik hasta var. Çoğu yaşlı ama oran şimdiye dek gözlediğimden daha yüksek çıktı:

10.000 kişide 10-100 arası nörolojik sorunlu kişi var.

Bunun birinci nedeni, tersaneden havaya yayılan ağır metallerin uzun dönemli etkisi olabilir.

Ancak gözlediğim oranlar, gerçekte olağan demografik ortalamalar da olabilir, çünkü okuduğum kitap, umduğumdan yüksek toplam oranlar demek oluyor.

Bir de eskiden engelliler toplum içine çıkarılmazlardı. Genetik-doğuştan onlar özellikle ama onlar hem Kasımpaşa’da, hem de diğer semtlerde artık ortalığa, yani insan içine çıkarılıyor.

Beşiktaş ilçesinde 100.000 kişiden fazla insan yaşadığına göre, benim ulaştığım Kasımpaşa, 50.000-100.000 arası nüfus demek olabilir. Ancak, 10.000 alt sınırı kesin. Neredeyse 1 günde o kadar insan görüyorum. 2 büyük park var. 2 gün açık hava pazarı, 2 gün Çingene pazarı kuruluyor. Hemen her gün, hatta bazan günde 2 kere markete gidiyorum ki sürekli gittiğim market sayısı 4. Ebay satışlarım nedeniyle, postahaneye zarf yollamaya sıkça gider oldum. Büyük Cami yanındaki ihtiyarlar kahvesine ise, orada olmaktan büyük keyif aldığım için, her güzel havalı günde gidiyorum diyebilirim. Yakında 2 tane de ilköğretim okulu var.

Evet, bu veriler sonucunda düşüncemi yineliyorum: Kasımpaşa’nın epidemolojik / tıpsal bir sorunu var.

Dipnot: Kasımpaşa deyince, sahil yolu, Tarlabaşı bulvarı, Kızılay Meydanı’na koşut ve Dereboyu Caddesi’nin bir arka büyük sokağı arasında kalan alanı anlıyorum. Dolapdere, Bulgar Kilisesi’ne dek dahil. Sururi Parkı’nın yukarısı 0,25, gerisi 0,75 kilometre kareden 1 kilometre kare alan rahatlıkla ediyor. 1.800 kilometre karede 18 milyon kişi yaşarsa, 1 kilometre karede 10.000 kişi yaşar.


İKİNCİ SANAYİLEŞME BAŞLANGICINDA TÜRKİYE’DE KÜLTÜREL MOD ÇELİŞKİLERİ

Bugün Türkiye’de 4 kültürel mod var: Etnik (çoban / göçer), feodal, sanayi, bilgi. Ancak önemli olan durum şu ki 70-75 milyonluk nüfusu bu modlar arasında kabaca eşit olarak bölünmüş durumda. Türkiye nüfus sıralamasında 200 ülke arasında 15. sırada yer alan büyük bir ülke olduğu için, 2000-2005 arasında durumu biricik kalıyor. Buna yakınlarda belki Brezilya, belki de ileride Hindistan yaklaşabilir ve yeni ilginç örneklemeler verir. Şimdi elimizdeki bu özgün durumu irdeleyelim:

Türkiye’de Batılılaşma sürecine 1838’de başladı ki o zaman bile sanayileşme başlayalı neredeyse 100 yıl olmuştu. Türkiye sanayileşmeye ise tam anlamıyla ancak 1960’larda başlayabildi ki bu aslında Batı’da bilgisayarlaşma döneminin başlangıcıydı. Bu, BM literatüründe 3. Dünya ülkelerini kapsayan ve yine ‘2. Sanayileşme dalgası’ adı verilen bir durumdu. Bu sayede G-7’ye 7-10 ülke daha eklemlendi. AB’nin çekirdek 15 ülkesi ise küçük ülkeler olsalar da, zaten G-7 ölçeğinde ekonomilere sahipti. Türkiye 2000 civarında sanayileşmesini toparlarken, internetin devreye girmesiyle, bir anda toplam gazete okurunu geçen sayıda internet kullanıcısının olduğu bir toplum oluverdi.

Türkiye’nin 1970’lere dek nüfusunun yarısından çoğu kırsal kesimde yaşardı ama gözden kaçan bir biçimde bunun belki de yarısı göçerdi. Hayvancılık önemli bir ekonomik uğraştı. Artı kent-köy arasında gidip gelen mevsimlik ve topraksız köylü işçiler ve yine aynı yıllarda ortaya çıkan Alamancılar Türkiye’yi çok tuhaf bir nüfus dinamiğine sürükledi.

2000’lerde AB’ye girme sürecinde, onlardan gelen talep doğrultusunda çiftçi nüfusu silme veya sıfıra limitleme kampanyası başladı. Bu süreç iç savaşla çakışınca, milyonlarca işsiz köylü nüfus kentlere göçtü ve milyon kişi nüfus ölçeğinde kronik kriminal bir kesim oluştu. Yine gözden kaçan biçimde, yine AB nüfus dinamikleriyle uyuşacak biçimde, artan yaşlı / emekli nüfusun kırsal kesime çekilmesiyle, AB’de olduğu üzere % 25’lik yeni bir kırsal kesim nüfusu oluşmakta. İşin ilginci bunların milyona varan bir bir bölümü Türkiye’ye dışarıdan gelenler, çünkü yazlık fiyatları AB’den çok ucuz.

Asıl sorun nüfusun iç dinamiğinde. Genelde nüfuslar kolay kolay böylesi 4 kültürel modun etkisine maruz kalmazlar. Global ve ülkesel özel dinamikler bunu böyle yaptı. Etnik ve feodal kesimin internet kültürüne geçmesi imkansız. Öyle olabilseydi, Bedeviler veya Aborijinler değişirdi. Yani ilk 2 kültürel mod değişmeyeye doğru giderken, 2 mod değişmemeye doğru gidecek ve 1900’lerin yaşama biçimlerine geri dönecek ki buna çoktan başladılar bile. Dünyada da isteyerek okuyazma öğrenmeyen milyonlarca kişi var ki bu 6.000 yıllık bir kültürel mod.

Sorunsal şu: Bu 4 mod mensupları birarada yaşayabilir mi, yoksa TC er geç parçalanmaya mahkum mu? Irak’ın parçatıldığı, Suriye’nin ve İran’ın sıraya sokulduğu, son 10 yıllık bir dönemdeyiz. Ne AB, ne de ABD TC’nin parçalanmasından rahatsız olmaz; zarar görür, hem de çok zarar görür ayrı konu. Emperyalistlerin kendi çıkarlarını ölçememeleri ironik bir durum.

İktidar seçkinleri konunun bilincinde değil, olsalardı da çıkarlarını yanlış tarafta görme veya açmazlarda aciz kalma olasılıkları daha yüksek olurdu. Soru şu: Ordu artık Türkiye’yi parçalanmaktan alıkoyabilir mi veya üniterlik çabaları TC’yi parçalayabilir mi? Sanırım bir fetret devrinden sonra yeniden biraraya geliriz. Halk isyanlarına ve devletin gücünün giremediği kurtarılmış bölgelere alışkınız ama hala biraradayız.

Dolayısıyla kültürel mod çelişkileri şimdiki gibi sürecek ve bu inanılmaz artan suç oranları demek olacak. Gecekonduların ve milyon dolarlık villaların yanyana ama sırtını birbirine dönmüş olarak yaşaması gibi, bu modlar birbirine aldırmamayı öğrenirlerse, birarada yaşayabiliriz gibi. Yani apaçık bir tersine diyalektik gerek: Birbirine mesafeliyken etkileşim, asla sentez çabası değil. Doğu-Batı sentezi şansımızı 167 yıldır ıskaladık, artık gecikmiş, hatta ölmüş bir ısrarın gereği yok. Gelecektekilerin işini onlara bırakalım. Görevimiz mümkün olduğunca az kan davası aktarmak.

(Haziran 2005)

SAFRALAR ve ÖNCÜLER

06.06.11, 14:15.

SAFRALAR ve ÖNCÜLER

1955-1960 Türkiye doğumlular için, bilimkurgu ve/ya roket gibi konularda çalışanların çoğu, toplu bilisiz genel kültürde önesürüldüğü gibi, bunu bir kaçış olarak yaşayageldiler / öğrenegeldiler.

Bu kaçışlarda, sıradan yaşamlarından kaçıyorlardı ama yeterince yüksek bir kaçış hızna sahip olamadkları içn, konuları onları safra yapıp, hızlanıp itme kazandı.

Ben sınırdan öncü oldum. Başlangıçtaki marjinalsizliğim, sonraki aşırı marjinalliğim beni parçalayabilirdi ama zaten yeterince çok parçalı olduğum içn, biraz da şansıma oyunu kazandım.

Tanıdığım bir roket, bir de bilimkurgu hayranı Türk var. İkisi de sıradan-altı yaşama gömülmüş durumda. Yaşları benimkinden de büyük, yaşam ufukları ise kenar mahalleden de dar.

NEKROFOBİK TERATOLOJİ

28.02.11, 17:00.

NEKROFOBİK TERATOLOJİ

Standart bir biyografim yok, astandart bir nekrografim var: Yaşamımın içine çakılı / kakılı olduğu yerzamanların bana vermiş olduğu standart rollerin ve statülerin hiçbirine girmedim; onun dışında / yerine, 50’ye yakın fatal role ve statüye girdm.

Mazohist değilim. Nekrofilik değilim. Yalnızca dahiyim.

Dehamın  / beynimin yaşaması için, bedenimin ölmesi gerekiyordu; zihinsel olarak ve kültürel olarak. Bu nedenle, genelde marazi ve intihara eğilimli bir tip olarak algılanageldim; normal (faşisti) insanlar tarafından; taa 20 yaşımdan beridr...

Nekrofobim var, panik ataklı. 2006’dan beridir ve 46 yaşımdan beridir. Psikiyatrik tedaviyi ancak o zaman ve o koşullarda kabul ettim: Sağ kalmak için.

50 yaşımı geçtiğimde, 20’yi aşkın ölüm tehlikesi bedenimde, 3/5’i çalışmayan akciğerler, büyümüş bir kalp gibi, yaşamımı kısaltabilecek izler bıraktı. Yine 20’yi aşkın stres-post-travması ertesinde, eski benciklerin / yazılımların hepsinin tam kaydı beynimde duruyor: Böylelikle, bir sürü (yazılım) cesetle birlikte yaşıyor oluyorum.

Ucubeler insana doğrudan ölümü anımsatır (ki zaten ucubelerin tamamına yakın bir oranı kısa sürede ölür). İşte o nedenle bu durumum, beni nekrofobik bir teratolog yapıyor.

Bu bana neler getiriyor ve benden neler götürüyor?

Gelenler:

Öncelikle meta-hümanist olabildim, 2005’ten beridir. Sonra sağ kalabildim: Tuhaf bir biçimde, kimi ölüme doğru arabamın gaz pedalına tuğla koysam da, son anda sıyırtmayı hep beceregeliyorum. Ustalığımın artması gerek, çünkü benim yapımdaki biri için ölüm tehlikesi riski de giderek artıyor; hem Türkiye’de, hem Dünya’da, Güneş Sistemi’nde ve/ya Samanyolu Gökadası’nda değil...

Gidenler:

Uçarken inanılmaz ağırlıkta br safra taşıyor gibiyim ama kimi o safraları atınca yükseliyorum, kimi (bilinçli düşünmeye fırsat bile kalmadan, içgüdüyle) safralar düşmana silah olarak atılıyorlar.

Sonuç:

Anime kahramanları veya Yerdeniz Büyücüsü gibi varlığımda ağır ölüm izleri taşıyarak, geleceğe yaşam taşıyorum ama bana yaşayacak bir şey yok: Sanırım, belki de hiç olmadı.

50 küsur yıllık yaşamımı, 14 yaşımdan beridir ellerimde tutuyorum ve onun içine neler neler doldurdum ama gerçekten derin düşününce, faşizm ve engizisyon yerzamanlarında zaten yaşayacak bir şey olmadığı ve yaşamımın bomboş olduğu görülüyor. Bosch denli soyut uhreviliğe sığındım, Bruegel denli sıradan insanların içinde kamufle oldum: Yine de durum değişmiyor.

Benim ölümcül dahiliğim, beni beyni dışında, neredeyse hiçbir organı olmayan bir ucube kılıyor.

Üzerinde çalıştığım konu da bu:

Zihinsel, kültürel, tarihsel, evrimsel ve evrensel çıkarımlar yapabilmek: Bir tür patoloji / nekroloji yani...

FASSBİNDER ANEKDOTU

25.02.11, 11:05.

FASSBİNDER ANEKDOTU

Rumelihisarı sahilinde yıllardır rakı içen, yaşlı Ermeni bir amcam vardır. Hatta bende fotoğrafı da var. Rumelihisarı sahilinde konuştuğum tek kişi odur.

Dün onunla aşağıdan yukarıyaki Tarlabaşı durağında karşılaştık. Ben otobüsten indim, o otobüse binecekti. Ayaküstü 5 dakika konuştuk. Benim orada olmam, yalnızca kelle paça içmeye karar vermemle ilgiliydi, çünkü ucuz ve tadını sevdiğim tek kelle paça satan lokanta o civardaydı.

Bu durumlara ben ‘Fassbinder Denklemleri’ diyorum genelde ama bu kısa bir plan olduğu için bir ‘Fassbinder Anekdotu’ oldu.

Karısı da hastaymış, o da hastaymış ki zaten kanser atlattığını biliyorum. Yaşları 70’in üzerinde, kimleri kimseleri yok. Benim de öyle.

Ben de hastayım. Yaşamımın en hasta kışını geçiriyorum.

Konuştuğumuz 5 dakika yalnızca hastalık üzerineydi ve neredeyse kar yağacaktı bir havaydı.

Politik durumun yalnızlığa gömdüğü (o Ermeni, ben ateist / marjinal) 2 yaşlı adam, önlerindeki ölümle yüzyüze, arkalarında politik ölüm tehlikesi içinde bir sohbet yaptı:

Abartısız, sade, düz ve kılıç kadar keskin.

COTARD SENDROMU

28.01.11

COTARD SENDROMU

Ben de kısmi ve biraz özel bir Cotard Sendromu / Sanrısı var:

Kendimi uzun süredir bir ölü (ve daha çok bir hiç) gibi duyumsuyorum.

Olağan tıp açısından bakılınca, bu patalojik bir durum.

Ancak benim yaşamıma bakılınca, anlaşılabilir bir durum oluyor.

Birincisi, yaşamım boyunca çok ölüm tehlikesi atlattım. Bu durum, kısmi olarak ölmüşlük, kısmi olarak ölümsüzlük duygusu veriyor bana.

İkincisi, hep standart-dışı yaşadım. Üniversiteyi olağandan 5 yıl daha geç bitirdim. Mesleğim, seyyar satıcılık gibi meslek olmayan bir meslekti, artı bunu yazarlık gibi hiç mi hiç meslek sayılmayan bir işi sürdürebilmek için seçmiştim. 20 yıl askere gitmedim, vd.

Cotard ilk tanımı yaptığında, ‘negation delirium’ tanımını kullanmış. Tam da bana uyuyor. Tüm yaşamım negasyondur, hiç pozisyon yoktur. Pozisyon, standart biyografilerin standart rol ve statülerine uymaktır, konumlanmadır.

Bunun ‘self verification’ (kendini doğrulama) ile ilgisi de var. Temel var oluş biçimimi yazmak oluşturduğu için, yazdıklarımı gerçekte tek bir insanın bile gerçekten anlamaması (ve aslında yazdıklarımın inanılmaz derecede açıkseçik olması), beni kendiliğinden olumsuzlama, hayırlama, değilleme konumunda bırakıyor. (Bu arada, beni anlayabilirlerin varlığını yüksek olasılıkla kestirmem ve onları hiç mi hiç bulamamam da, ayrı bir dert kaynağı.)

Ancak bunların psikolojik bir işlevi var: Sürekli kendini aşıyorsun, sürekli değişiyorsun.

30’undan sonra değişmenin pek hoş karşılanmadığı bir toplumda, durumum ucubelik olarak karşılanıyor.

Bu sendromun tedavisi ilaçla. Ancak ben başka deliliklerim nedeniyle, zaten ilaçla tedavi oluyor durumdayım.

Ürtiker krizi ertesinde, aşırı dozda kortizon yüklemesinin, az kalsın beni kalp krizinden gömecek olması gibi, yeni ilaçlar beni olağan durumum olan katatoniye kilitleyebilir / gömebilir. O nedenle, durumum berbat olsa da, böyle gideceğim.

Bu, ucubece ve teratolojik bir durum.

Şimdiye kadarki tüm deliliklerime kendi isteğimle değil, yaşamın beni zorlamasıyla girdiğimi vurgulamam gerek. Ben yalnızca, bir beynin sağ kalmasının imkansız olduğu yerzamanlarda, beynimi yaşatıyorum.

Çok acı çekiyorum ama buna alışkınım.

Her zamanki soru:

Sonraki ne?

TERATOLOJİ

Teratoloji ucubeyle uğraşan bilim dalıdır.

Ben bir ucubeyim. Daha doğrusu, kendimi bildim bileli, kendimi öyle hissettim.

Kendimi ucube hissettiren şeyin ne olduğunu, 48 yıldır tam olarak çıkaramadım.

Öncelikle, şiddetseverlik var:

3-13 yaşlarım arasında, her kurban bayramında, dedemin ve bir eniştemin kestiği, 2 tane koyunun kesilmesini, kanının akıtılmasını, derisinin yüzülmesini, organlarının çıkartılmasını, sonunda da kavurma için, etlerinin kıyım kıyım doğranmasını, saatlarca zevkle seyrederdim.

9 yaşımda korku dergilerini keşfettim. Oradaki şiddet beni kendine çekerdi ki iyi çizilmiş grafik romanlar hala aynı etkiyi yapar.

9 yaşımda ‘Tek Kollu Kahraman’ı, yani Wang Yu’u keşfettim. Uzakdoğu şiddetinin estetiğine hep hayran oldum. Şimdilerde tercihim, animeler ve Japon şiddet filmleri.

24 yaşımda 1 kadavra doğrama olanağını buldum.

Sonrasında, kendimi hiç insan gibi duyumsamadım. Beyin gibi duyumsadım ama gerisi bana boş geldi. Bunda, ağır hastalıklı çocukluğumun beni iç organlarımı yok saymaya götürmesinin payı var. Zihinsel bir bozukluk olarak, bazı organlarını yok sayma, psikotik körlük gibi durumların varlığını biliyorum.

Ancak bunlar, durumumu açıklamak için yetersiz.

Ucubelere hep ilgi duydum. Hem statik, hem dinamik olanlarına. Yani; hem bedensel bozukluklara, hem de yürüme bozukluğu gibi, nörolojik olanlarına. Hala da öyledir.

Kendimi onlarla özdeşleştirdim. ‘Mars’ta Bir Antropolog’ gibi insanları taklit ederek, aralarında görünmez olmayı öğrendim.

Zihinsel rahatsızlıklarım var: Temelde; paranoit, melankolik, katatonik karışımı bir şizofreni. Ancak, bendeki şizofreni kognitif eylemlerimi engellemiyor, tam tersine beni hiperkognitif yapıyor ki bu zihinbilimsel literatüre aykırı bir durum ama kendi durumumu  kendim böyle tanımlıyorum.

Hala bende neyin ucube olduğu belli değil.

‘Algernon’a Çiçekler’deki Charlie’yi çevresi ucube bulur, hem gerizekalı iken, hem de ilerizekalı iken. Eskiden ucubeliğimin bunun benzeri bir şey olduğunu sanırdım. Değilmiş. O deha iniş çıkışlarını kezlerce yaşadım, hatta bunamayı atlattım ama kendimi hala bir ucube gibi hissediyorum.

Temel neden sevme becerimin sıfır olması olabilir ama bu bana mantıklı gelmiyor, çünkü aslında dünya öyle insanlarla dolu.

İkinci Sanayileşme’nin öncü 9 altkültürünü aşırı savunmanın bunu yarattığını da düşündüm. Örneğin, ölümsüzlüğün mümkünlüğünün takıntısını. Ancak onlar artık uygulanıyor ama ben hala ucubeyim.

Teratoloji üzerinden, bu sorunun yanıtını bulacağım.